11 Kasım 2014 Salı

Rose mi içiyorsun? Hayır şekerim Blush tercih ediyorum.

Şimdi kafaları kurcalayan çok önemli bir konuya değinmek istiyorum. Rose ya da Blush?

-E bunların ikisi de pembe ama..
-Hem tatlı hem yarı tatlı hem de sek hmmm. Aynı seçenekleri Rose'de de bulmak mümkün..?
-Şekerim gelirken bi şişe Blush alır mısın lütfen.? Hayatım Blush kalmamış Rose var. Mmmüeh bira içelim en iyisi..

Son zamanların ülkemizde yükselen trendi olan Blush şaraplar.. Çeşit çeşit, renk renk desen desen etiketleriyle rafları, sofraları süslüyorlar. Hele bir markanın Pop art dizaynı da  gözümden kaçmamıştı.

Rose ve Blush şaraplar arasında ne fark var?

Cevap: ikisi de aynı.

Maserasyon İşlemi
Konuyu aydınlatmak için okuyucuyu sıkmadan biraz teknik giriş yapmak gerekiyor.  Beklenenin aksine çoğu kırmızı üzümün suyu kırmızı değildir. Severek içtiğimiz, Boğazkere, Öküzgözü, Kalecik karası, Merlot, Cabernet sauvignon hepsi renklerini kabuklarından alırlar. Bu nedenle üreticiler üzümleri saplarından ayırıp taneleri ezdikten sonra şıra uygun renk kıvamına gelinceye kadar kabuklarıyla bekletirler. Buna maserasyon denir. Şarabın rengi ve aroması büyük ölçüde bu işlem sırasında belirlenir. Dolayısıyla kırmızı rengin tonu maserasyonun süresine bağlıdır. Bu süre kırmızı şaraplarda 7-30 güne kadar çıkarken pembe şaraplarda üzüm çeşidine göre bir kaç saat ya da bir iki gün kadar sürebilir. Kabukla az temas daha az kırmızı renk dolayısı ile uçuk kırmızı-pempe tonlar anlamına gelmektedir.

Nota Bene: bazı durumlarda beyaz şaraba kırmızı karıştırarak da pembe yapıldığını unutmayalım.

  
Konuya geri dönersek Blush şarabın tarihi Amerika'da Yalan Rüzgarı dizisinin çekildiği tarihlere, yani seksenli yıllara dayanmaktadır. O dönem Blush şarapların atası olan White Zinfandel adıyla bilinen ve Zinfandel üzümünden yapılan pempe şaraplar çok modadır. Talep o derece artmıştır ki üzüm üreticileri şarap talebini karşılayamayacak duruma gelmiştir. Ancak Rose adıyla bilinen diğer bütün üzüm cinslerinden  üretilen şarap sınıfı demode olmuş ve  eskisi kadar rağbet görmemeye başlamıştır. Bu sıkıntıyı farkeden bazı üreticiler White Zinfandele rakip olarak White Cabernet ve White Merlot'yu piyasa sürmeye başlamışlardır. Zamanla bu çeşitler White Whatever şeklinde gelişerek çeşitlenmiş ve Blush olarak bildiğimiz aslında Rose den hiç bir farkı olmayan bir ürün grubunu doğurmuştur.

Tamamen satış stratejisi üzerine gelişen bu yeni şarap segmenti  2010'lu yıllara gelindiğinde genç-orta yaş beyaz yakalı kızlarımızın gözdesi haline gelecektir. Şarap pazarlamacılığında algı yönetimi çok önemlidir.Aynı şaraba iki farklı fiyat ödeyen bir adamın daha fazla ödediği şarabı daha çok beğendiği gözlenmiştir. Bu nedenle şarabı çok ucuza satmak tüketicinin içtiği şaraptan daha az zevk almasına neden olacağı için ürüne ve tüketicinin alacağı keyifte enflasyona neden olur (Reşit Soley gülsün). Fiyat gibi ürünün lansmanı, şarap şişesinin ve etiketinin tasarımı da tüketici üzerine çok etkili olan parametrelerdir.

Son olarak; Rose şaraplar şarap üretiminin ilk zamanlarından beri yapılagelen, günümüzde ciddi kriterleri olan karakterli şaraplardır.  Ancak Blush olarak isimlendirilen bir şarap için birçok coğrafyada geçerli olan standartlar ve kısıtlamalardan

muaf kalındığı da söylenebilir. Bu da üreticiye esneklik sağlamaktadır (şaraba dışardan şeker eklemek gibi)... 




10 Kasım 2014 Pazartesi

Bir litre şarapta ne kadar Güneş var?

Cevap:  238644087500000000000000  adet foton

Kabaca bir hesapla: 0,2977625-0,495075 Einstein dolaylarında ( 1 Einstein = 1 mol (6.022×1023 ) foton )

Aslında hesap basit. Elbette bir çok farklı etkeni gözardı ederek ve net bilinen kabullenmelere göre;

Bir litre üzüm suyunda 150-250 gr şeker mevcuttur. Bu şeker daha sonra mayalar tarafından alkole dönüştürülmek üzere kullanacaktır ancak öncelikle klorofile dönmemiz lazım.

Üzüm bitkisinin klorofilinde bir mol (180 g) glukoz üretimi için gerek duyulan enerji 2870 kj dür. Bir litre üzüm suyunda 150-250 g şeker olduğunu söylemiştik. Bu da 0,83-1.38 mol aralığına tekabul eder.

Enerji cinsinden açıklarsak bu miktarda glukozu üretmek için 2382.1-3960.6 kj enerjiye ihtiyac olacaktır. 650 nm (kırmızı) dalga boyundaki 1 Einstein yani 1 mol fotonun enerji değeri ise 8000 kj dür.

Bu enerji değerini oranlarsak 0,2977625-0,495075 Einstein aralığını buluruz. Bu iki değerin ortalamasını alıp avagadro sayısı ile 6.022×1023 çarptığımızda

ortalama cevabı da bulmuş oluyoruz.


15 Mayıs 2012 Salı

Üniversite Sanayi İşbirliği


Bilim, teknoloji ve endüstri ilişkisi


Üniversite sanayi işbirliğinin arttırılması üzerine birçok tez yazılmış ve farklı modeller ortaya konulmuştur. Bilgisayar teknolojisinin gelişmesi ve internetin yaygınlaşmasının ardından, bilgi depolama, aktarma ve işleme kapasitesi son 20 sene içerisinde üstel artışa geçmiştir. Bu bilgi yükü , bilgi kirliliği ve dezenformasyon gibi birçok olumsuz durumu da beraberinde doğurmaktır. Diğer taraftan bu bilgilerin üretilmesinde ve işlenmesinde “özellikle pozitif bilimsel alanda” çok fazla iş gücü ve para harcanmaktadır. Bilimin böyle bir yükümlüğünün olup olmadığı tartışamaya açık olsa da, üretilen toplam bilimsel veri ile üretimde karşılığını bulup ekonomiye doğrudan katma değer olarak geri dönen bilimsel veri arasındaki fark giderek açılmaktadır. Bu durumun birden fazla nedeni olabilir ancak özellikle belirli alanlarda yapılan uluslararası yayınlara bakıldığında birbirini tekrar eden çok sayıda çalışma olduğu açıkça görülmektedir.  

“Newton’un kütle çekim yasasını geliştirirken ağaçtan düşen elmadan ilham aldığı söylenir, ancak aynı fiziksel yasaların portakal için de geçerliğini sınamak için kafa yorup, denemeler yaparak ‘yeni’ veriler ürettiğini sanmıyorum”

Diğer taraftan daha önce de belirttiğim gibi, üretilen bilimsel verinin ekonomiye karşı olan yükümlüğü ve bu sürecin nasıl işlemesi gerektiği de tartışamaya çok açıktır. Günümüzde araba lastiğinden-uzay mekiği endüstrisine kadar birçok alanda kullanılan fiziksel denklemlerin ve modellemelerin çözümleri, 1600lerin sonundan 1700lerin başlarına kadar yaşamış olan Newton ve Leibniz tarafından temelleri atılan diferansiyel hesaplamalar tarafından yapılmaktadır. O tarihlerin sanayi devrimi ardından gelişen kapitalizmin dünyaya yerleşmesinden önce oluşundan ötürü,  bu iki bilim adamının bu kuramları ortaya atarken ekonomik kaygılar taşımadıkları söylenebilir.   Ancak günümüzde bilim-teknoloji ve endüstri artık iç içe geçmiştir. Bu nedenden ötürü, özellikle kimya, ziraat ve biyoloji gibi disiplinlerde sadece bilim için bilgi üretme gayesi, üretime geri dönüş sürecinin önceden kestirilememesinden ötürü, önceliğini yitirmiştir.

 

Üniversite sanayi işbirliği modelleri


Üniversite-sanayi işbirliğinin arttırılması için birçok gelişmiş ülkenin kendi stratejisi vardır. Amerika’da yapılan 6. Üniversite sanayi işbirliği geliştirme konferansında aşağıdaki 3 maddeye odaklanılmıştır

  1. İşbirliğinde bulunan üniversite ve endüstri taraflarından her ikisi de eşit şekilde desteklenmelidir.
  2. Organizasyon uygulamaları ve ulusal kaynaklar, uzun süreli üniversite-sanayi işbirliklerine odaklanmalıdır.
  3.  İş birliğinde bulunan her iki üniversite-sanayi tarafı da araştırmanın zamanında tamamlanabilmesi ve bulguların geliştirilmesi için ortak çabayı sarf etmelidir.


Maddelerden anlaşıldığı gibi üniversite sanayi işbirliği için devletin her iki tarafı da motive etmesi gerekliğinin yanında, tarafların karşılıklı işbirliğinin verimi de çok önemlidir.

“ Akademisyenin girişimci ruha sahip olması kadar, sanayicinin de bilimsel yaklaşıma hakimiyeti önemlidir.”

Diğer yandan yürütülen tüm çalışmaların motorları olan, yüksek lisans, doktora ve doktora sonrası araştırmacıların bu işbirliği içerisindeki pozisyonları en önemli konulardan biridir.  Ülkemizde de geçerli olan klasik yaklaşıma göre, ham verinin üretilmesi ve işlenmesiyle yükümlü olan bu grubun bir kısmı üniversite tarafından istihdam edilmekte, bir kısmı ulusal bilimsel organizasyonların burslarıyla desteklenmekte ve büyük bir kısmı ise de yaşam ve çalışma giderlerini karşılamakta sıkıntı çekmektedir. Bu koşullar altında bilimsel verinin ivedi ve kaliteli bir şekilde üretimi mümkün olamamaktadır. Birçok gelişmiş ülke ise bu konuda yeni yaklaşımı benimsemektedir. Araştırmacının istihdamı ve maddi olarak desteklenmesi üniversite ve sanayi tarafından ortak olarak yüklenilmektedir. Bu şekilde üniversitede belli bir konuda çalışan lisans sonrası araştırmacı, herhangi bir sanayi kurumunun elemanı olarak üniversitede eğitimini ve çalışmalarını yürütmektedir. Dolayısı ile yapılan çalışmalar sonucunda topluma kalifiye bir eleman kazandırılmış,  elde edilen verinin de endüstrideki karşılığı bulmuş olmaktadır.   

Tüm bunlarla birlikte, üniversitelerin Ar-Ge projelerinde etkin rol oynamaları önemlidir. Sanayinin, üniversitenin laboratuvar imkanlarını kullanmasının yanı sıra, sanayicinin de kendi gelişmiş laboratuvarlarını kurarak üniversitenin sağlayamadığı bazı imkanları araştırmacıya sağlaması gerekmektedir. Devletin burada sanayiciye ar-ge desteği sağlaması önemlidir.  

Son olarak denilebilir ki, ülkemizde üniversite sanayi işbirliğine dayalı teknolojinin gelişmemesi; toplumsal olarak, bilimsel disiplin ve ekonomi alanlarında ahlak anlayışının oturmamış olması ve takım çalışmasına yatkın olmamamızdan kaynaklanmaktadır.  Ancak bu temel unsurların yerine gelmesi durumunda, bilimsel alana akıtılan uluslararası ve ulusal kaynaklar gerçek katma değerine ulaşabilir.




30 Aralık 2011 Cuma

Biyoteknolojinin Biyoyakıt Üretimindeki Yeri

Konuya girmeden önce bazı kavramlara değinmekte fayda görüyorum.

Biyokütle; Belirli bir yerde ya da ekosistemde ve belirli bir zaman diliminde yaşayan canlı organizmaların tümüdür.

Biyoyakıt; Ekolojik çevrim dahilinde bulunan ve  biyolojik yollarla tutulan karbondan elde edilen yakıttır.

Yenilenebilir enerji; Güneş, rüzgar,yağmur ve gel git gibi süreklilik arz eden enerji döngülerinden elde edilen enerjidir.

Sürdürülebilirlik: Daimi olma yeteneğidir.

Fosil yakıtlar ve küre

Biyoyakıt konusunun gündeme gelmesi fosil yakıtlarının azalması ve atmosfer karbondioksit düzeylerinin arttığının anlaşılmasıyla olmuştur. Buzullar oluşurken içlerine atmosferdeki havayı da hapsederek yıllar boyunca katmanlar oluştururlar. Dolayısı ile diplere doğru inildikçe alınan buzul parçacıklarından o döneme ait atmosfer bileşeni analizi yapılabilmektedir. Yapılan araştırmalar sonucunda 1900'lerden itibaren fosil kaynaklarının kullanımının artması ile karbondioksit düzeyleri de üstel artışa geçmiştir. Kürenin ortalama sıcaklık artış eğrisinin de bu üstel artışa uyum göstermesi, bu konuda çalışan araştırmacıları küresel ısınma-fosil yakıtlar ve atmosfer karbon düzeyleri arasındaki korelasyona yöneltmiştir. Dolayısı ile günümüzde bilinmektedir ki, fosil yakıtların kullanımı atmosfer karbon düzeyini arttırmakta, artan karbon düzeyi de kürenin ısınmasına yol açmaktadır. Ayrıca kullanılan fosil yakıtları kısa sürede yeniden oluşamadıkları için sürdürülebilir değillerdir.

Yıllara göre atmosfer karbondioksit düzeyleri ve küresel sıcaklık artış eğrisi
 (Kaynak:  http://zfacts.com/p/226.html)





Peki neden bütün yük fosil yakıtların sırtına biniyor? 

Aklınıza şu soru gelebilir "peki benzin yerine odun yakınca gene aynı şey olmuyor mu?" Sonuç olarak odun yanınca da atmosfere karbon salınımı oluyor. Üstelik  ısınma amaçlı yakılan odunu bir kenara atarsak, Dünya'da bir yılda karasal alanın 1/3'ünü oluşturan 400 milyar tonluk ormanın %5 yanıyor buradan gelen muazzam miktardaki karbon, fosil yakıtlarından gelenle boy ölçüşemiyor mu? Burada devreye biyoyakıt kavramı giriyor, ekolojik çevrimdeki karbon, ağacın yanmasıyla atmosfere salınırken, başka bir ağaç tarafından tekrar tutuluyor ve biyokütleye dahil ediliyor. Dolayısı ile toplam karbon miktarı değişmiyor. Ancak milyonlarca yıl önce ölerek toprağın altına gömülmüş, fosilleşmiş  bir canlının karbonları çevrimin dışında olduğundan, biz bundan elde ettiğimiz yakıtı kullandığımızda atmosfere ek karbon yükü getirmiş oluyoruz. Atmosfer karbon miktarını arttırmış oluyoruz. Ek olarak; aslında en eski ve en doğrudan biyoyakıt kullanımı odun yakmaktır.


Gerçekten Dünya'da enerji sıkıntısı var mı?

Enerji, ülkelerin güvenlik bakımından stratejik olarak gördükleri bir konudur. Bu nedenle Amerikan Savunma Bakanlığı; biyoteknoloji ve (bağlantılı olarak da) özellikle yenilenebilir enerji ile ilgili çalışmaları desteklemekte ve projelere ön ayak olmaktadır. Bu örnekten bile bu konunun aslında evde çalışan buzdolabımızdan ziyade askerin bir sorunu olduğu çıkarılabilir. Enerjinin elde edilmesinden çok enerjinin depolanması ya da taşınması daha önemli bir sorundur. Fosil yakıtlar sıvı ve gaz formda bulundukları için taşınması ve depolanması elektrik enerjisine göre daha kolaydır. Dünyamızda herkese yetecek elektriği üretecek güneş ve rüzgar enerjisi ( ve hatta yıldırımlar) mevcuttur. Ancak gece gündüz farklanmaları, mevsimsel ve iklimsel değişiklikler nedeniyle bu kaynakların sürekliliğinin sağlanması bölgesel ölçekte zordur. Gündüzün yaşandığı yerden gecenin yaşandığı yere, güneşli bölgeden az güneş alan bölgeye üretilen enerjiyi dağıtacak çok uzun enerji hatları döşemek gerekmektedir. Aktarımda meydana gelecek enerji kayıpları bu denli büyük bir sistemin kurulmasına engel olmaktadır. Bu açıdan bakılacak olursa Dünya'da enerji sıkıntısı yoktur, aktarım ve depolamada uygulama zorlukları vardır denilebilir. 

Biyoyakıtların yeri

Biyoyakıtlar, katı, sıvı ve gaz formunda olduklarından, rüzgar ve güneşten elde edilen elektrik enerjisine göre daha kararlıdırlar. Taşınmaları ve depolanmaları kolaydır. Biyoetanol, biyodizel ve biyogazın diğer biyoyakıt türlerine avantajı ise atıklardan üretilebiliyor olmalarıdır.  Şarap, yoğurt, zeytinyağı, peynir fabrikaları ve tahıl gibi tarımsal ürünlerin yan ürünlerinden, çiftlik hayvanlarının atıklarından  biyoyakıt üretimi üzerine çok sayıda akademik çalışma ve uygulama mevcuttur. Fabrikaların ve çiftliklerin ürettiği atığı enerjiye dönüştürerek yeniden sistem içerisinde kullanması ekonomik açıdan çok avantajlıdır. Ayrıca enerji üretiminde kullanılmış atıktan arta kalan materyal ise çoğunlukla çevreyi kirletici yükü azaltılmış, tarımsal gübreleme potansiyeli olan bir yan üründür. Bu sistemlerin yaygınlaşması kalkınma açısından da büyük önem arz etmektedir.

Biyodizelin geleceği

Biyoetanol şekerin mayalar tarafından fermente edilmesiyle oluşan alkoldür. Biyodizel ise yağlardan elde edilir. Peki bu yakıtlar çevre dostu ve ekonomik midir? Bu yakıtların çevre dostu ve ekonomik olmalarını belirleyen en önemli iki kriter hammadde ve üretim teknolojisidir. Hammadde olarak zeytinyağının kullanıldığı bir biyodizelin litre fiyatı kaba bir hesapla mazotun 10-15 katı olacaktır. Kimyasal işlemlerle üretilmiş etanol ise geriye birçok atık bırakacaktır. Biyoteknolojinin yeri tam da bu noktada önem kazanmaktadır. Çeşitli tarımsal atıkların biyoteknolojik işlemlerde hammadde olarak kullanılmasıyla elde edilen yakıtlar sürdürülebilirlik ilkesine tam olarak uymaktadırlar. Şeker pancarı fabrikasından atık olarak çıkan melastan mayalarlar ile etanol üretimi bu konuya verilebilecek klasik örneklerdendir.

Türkiye'de biyodizel üretiminin önündeki en büyük engeller kullanılan hammadde ve yasal düzenlemelerdir. 2013 yılından itibaren yasal olarak Türkiye de, Avrupa'da da olduğu gibi % 1 den başlayarak, benzin ve motorine zamanla artan oranda biyoyakıt katkısı zorunluluğu getirecektir. Ancak mısır gibi zaten dışa bağımlı olduğumuz kaynaklardan biyodizel üretimi kuşkusuz ekonomik anlamda hem üretici hem de tüketici açısından zorlayıcı olacaktır. Bu nedenle alternatif kaynak üretmemiz zorunludur. BP şirketi yakın zamanda alglerden biyoyakıt üretimi ile ilgili büyük bir bir pojeye başladıklarını açıklamıştır. Sadece algler değil, yüksek miktarlarda yağ üreten mayalar ve hidrojen üretebilen bakteriler de mevcuttur. Bu konularda yapılan sayısız akademik çalışmanın artık uygulamaya geçmesi gerekmektedir. Biyodizel üretiminde bitkisel yağlardan ziyade mikrobiyal kaynaklara yönelmenin bir çok avantajı vardır, öncelikle daha önce de belirttiğim gibi zaten dışa bağımlı olduğumuz tarımsal ürünleri biyodizel üretiminde kullanabilecek durumda değiliz. Ek olarak 1 kilo mısırın yetişmesi için gerekli olan 900 litre suyu bu amaç için harcayacak kadar su zengini bir ülke de değiliz. Mısır yerine kolza gibi sofralık önemi olmayan bitkileri biyodizel üretiminde kullanılmak üzere yetiştirmeye başlayan birçok çiftçimiz ekonomik anlamda hüsrana uğramıştır. Çünkü yakıt amaçlı tarım sürdürülebilirliği olmayan bir iştir. Bunun nedeni hasadın sezonla bağımlı olması ve bu bitkilerin üretimlerinin aylar almasıdır. 

Biyodizel üretimi için kullanılan alg havuzları
(kaynak: http://www.organicsoul.com/algae-and-the-military-a-biofuel-for-war/)

Sonuç olarak; Biyoyakıtların, çevreci ve ekonomik olmaları için üretimlerinde biyoteknolojinin kullanılması şarttır. Biyodizeli yağlı bitki tohumlarından üretmekten ziyade, atıklar kullanılarak üretilmiş uygun ortamlarda  yetiştirilen mikroorganizmaların kullanımı üzerine yoğunlaşmalıyız. Biyolojik çeşitliğin çok olduğu bu coğrafyada biyoteknolojinin kolaylıkla uygulama alanı bulması kaçınılmazdır.







28 Kasım 2011 Pazartesi

Biyoteknoloji ve Sürdürülebilirlik

Yeryüzü güneşten aldığı enerji sayesinde, kendi içerisinde termodinamik ve kütle korunumu açısından bir denge halindedir. Bu dinamik denge, mikro ve makro ölçekteki madde döngüleriyle sağlanmaktadır. Ve yeryüzünde yaşayan canlıların bu denge üzerindeki etkisi çok büyüktür. Canlılar birbirinden tamamen bağımsızmış gibi görünen farklı madde döngülerini birbirlerine bağlarlar(karbon, azot döngüleri v.b.) ve bu sayede bir dinamik denge hali sağlanmış olur. Ancak insanoğlu, doğadaki bu döngülerden bağımsız işleyen sistemler kurmaktadırlar. Bu sistemler; şehirler, binalar, gemiler ve fabrikalar gibi iç işleyiş bakımından doğadan bağımsız ancak girdi ve çıktı bakımından tamamen doğaya bağımlı olan sistemlerdir. Bu sistemler doğanın ürettiğini alır, tüketir ve sistem içerisinde kullanamayacağı atığı doğaya geri bırakır. Bu atıklar doğa tarafından döngü içerisine tekrar dahil edilirler.


Son yüzyıldaki istatistiksel veriler göstermektedir ki doğa, bu sistemlerin açığa çıkardığı atıkları yeterli ölçüde karşılamamaya başlamıştır. Bu durumun en iyi göstergesi atmosferdeki karbondioksit düzeyleridir. Sanayi devriminden sonra atmosfer karbondioksit düzeyi üstel artışa geçmiştir. Ancak insanoğlu gelinen noktayı geriye döndürebilecek teknoloji ve bilgi birikimine sahiptir. Bunu yapabilmenin en güzel yolu ise kurulan sistemleri işleyiş bakımından doğal döngüye uyumlu hale getirmektir. Bu uyumluluk sürecinin bir parçası da bu sistemlerden çıkan atıkların doğal döngülerine en kısa sürede ve en zararsız biçimde geri katılımlarını sağlamaktır.


Örnek olarak zeytinden bahsedelim. Doğal koşullarda dalında yetişen bir zeytin tanesi zamanı geldiğinde toprağa düşer, meyvesi canlılar tarafından katabolize edilerek yeniden biyokütleye, enerjiye, o bitkinin yeniden fotosentezde kullanacağı karbondioksite ve suya dönüşür. Çekirdeği de uygun koşullar bulduğunda, yaşlanarak ölen ağaçların yerini alacak yeni bir birey meydana getirir. İnsanoğlu ise bu zeytinleri dalından toplayarak fabrikalara götürür, içinden yağını çıkarır, geriye kalan posayı ve suyu doğaya geri bırakır. Ancak bu kez durum dalından düşen zeytininkinden farklıdır. Meydana gelen atıklar toksik fenolik bileşikler bakımından daha konsantredir ve deşarj edildikleri çevrede bulunan bitkiler ve mikroorganizmalar yüksek hacimde ve yüksek derişimdeki fenolik içeriği olan atığı tolere edemeyerek ölürler.


Zeytinyağı üretimi sırasında açığa çıkan  sıvı atığın toksik özelliklerini düşürebilecek çok etkin fiziksel ve kimyasal yöntemler mevcuttur. Ancak bu yöntemler de yukarıda bahsedilen doğal döngülere uyumluluk ilkesinden uzaktırlar; çünkü bu teknikler de sonuç olarak atık üretirler. Sürdürülebilirlik kavramı tam bu noktada önem kazanmaktadır. Biyoteknolojik teknikler, sistemlerin sürdürülebilirliğinin sağlanması açısından oldukça elverişlidir. Sistemlerden çıkan artıkların tekrar sistem içerisinde geri kazanımının sağlanması, enerji kullanım etkinliği açısından önemlidir. Bu şekilde değerlendirilemeyen atıkların ise doğaya bırakılmadan önce kirletici yüklerinin ılımlı düzeylere indirilmesi gerekmektedir. Bu şekilde doğadaki madde döngülerine en kısa ve en zararsız şekilde katılmaları sağlanmış olur.  

Zeytinde olduğu gibi diğer ürünlerde de böyle durumlar mevcuttur. Özellikle, şarap,ekmek(un), yoğurt, peynir, maya, bitkisel yağlar gibi doğal ürünlerin üretildiği işletmelerin atıkları biyoteknolojik teknikler kullanılarak tekrar işletme içerisinde kullanılabilecek enerjiye dönüşebilir. Ayrıca bu atıklardan katma değeri olan, ilaç ve kozmetik sektörüne hammadde olacak ürünler üretilebilir. Mevcut üretimlerin bu sistemlere adaptasyonları için uzun süren ar-ge çalışmaları ve yüksek kurulum maliyetleri gerekebilir. Ancak bu sistemler verim ve işletim bakımından kimyasal üretimlerden daha avantajlıdırlar. Henüz çok yaygınlaşmasa da bu sistemlere entegre olmuş örnek işletmeler mevcuttur. Enerji, iklim değişimi ve atık yönetimi bakımından çıkmaza doğru sürüklenen “eski sanayi” önümüzdeki 20 sene içerisinde bu sistemlere büyük ölçüde entegre olmak durumundadır. Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nun 1987 yılı tanımına göre: "İnsanlık, gelecek kuşakların gereksinimlerine cevap verme yeteneğini tehlikeye atmadan, günlük ihtiyaçlarını temin ederek, kalkınmayı sürdürülebilir kılma yeteneğine sahiptir."

19 Kasım 2011 Cumartesi

Akıllı Tasarım ve Evrim


“Eğer Tanrılarımız ve umutlarımız bilimsel fenomenlerden başka bir şey değillerse, o zaman aşkımızın da bilimsel olduğu söylenmelidir.  (Villiers de l'Isle-Adam - L’Eve Future) ”


Gelişen biyoteknoloji teknikleri sayesinde el yordamıyla indiğimiz gen havuzunun derinliklerinde “türlerin kökenini” ararken, beraberinde yeni sosyal olguları ve problemleri de taşıyoruz. Son yıllarda kemikleşmeye başlayan evrim-yaratıcı “karşıtlığı” tartışmaları ise sosyal açıdan çıkmaza itiliyor gibi gözükmekte. Bilimin dinleştirilmeye, dinlerin de bilimselleştirilmeye çalışıldığı bu zeminde akıllı tasarım ve evrim teorileri bu açmazın odak noktası olmuştur.

Akıllı tasarım teorisinde bir yaratıcının varlığı bilimsel bir kabul olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Fakat Amerikan Ulusal Bilim Akademisi,  türlerin ya da hayatın kökenini yaratımcılık ve akıllı tasarım gibi doğaüstü kavramlarla açıklamaya çalışan teorileri, bilimsel yöntem ile test edilemeyeceklerinden ötürü seküler olgular olarak kabul etmemektedir. Burada üzerinde durulması gereken nokta, varlığımız ve çevremiz ile algılarımız ve hislerimiz arasındaki net ayrımlardır. Algılarımızla elde ettiğimiz somut veriler ile çevremize ve kendimize dair bir bilgi deposu oluşturmaktayız. Edindiğimiz bu bilgi yığınını da zekamızı kullanarak bir sistematik içerisinde kümeleştirip anlamlar yüklüyoruz. Bilim ise bu algılar yığınını çevreden alırken, depolarken ve değerlendirirken geçen süreci tüm insanlık için ortak bir sistematiğe oturtmaktadır.  Bir bardak suyun sıcaklığı hakkında duyularımız ile bilgi sahibi olabiliriz. Fakat ortak bilimsel sistematikte o bardağın içerisine önceden belirlenmiş standartlarla üretilmiş bir termometre daldırarak sayısal bir değer elde ederiz ve bilimsel bilgiye o noktada ulaşmış oluruz. Verdiğimiz sayısal değer için de yine standart birim kullanırız. Tüm bu yöntemler bütününün insanlığın kendi kurduğu sistemler olduğu düşünülürse, her zaman değişebileceğini kabul etmek de işten değildir. Evren, atom fiziği ya da evrime dair konularda açmazlara düşmemizin nedeni de bu metodolojinin ve algı sistematiğimizin eksikliğinden kaynaklanıyor olabilir. 

“ The inadequacies of human awareness become the inadequacies of life's reality. ( Ghost In The Shell)

Evrenin başlangıcı olması gerektiği duygusu, doğumumuzdan itibaren çevremizdeki her sürecin bir başlangıcı ve sonu olduğunu algılamamızdan kaynaklanmaktadır ve somut verilerle ölçemediğimiz hissiyat duyumuz, inançlarımızın temelini oluşturur. Fakat bu duyumuzla edindiğimiz bilgiyi mevcut bilimsel metodolojiyle işleyemeyiz. O nedenledir ki bilim ve din sıklıkla sanki birbirlerinin karşıt/alternatifi olan iki farklı olguymuş gibi düşünülür ve tartışılır.

Akılı tasarım biyolojik süreçleri açıklamaya çalışmaktan çok politik kaygılarla ileri sürülmüş bir teoridir. Dinin, bireyin dışına taşıp bir gruba ait olduğu zaman kişisel inancın dışına çıkıp, insan topluluklarına hükmetme aracı olarak kullanıldığı durumlar tarihten beri tekrarlanmaktadır. Aynı şeklide bilim de dinleştirilmeye çalışılarak aynı amaca alet edilmeye çalışılmaktadır. Burdan yola çıkarak Darwinizm kelimesinin bu kalıp dahilinde dinleştirilmeye çalışıldığı görülebilir.  Mevcut karmaşanın temelini bu oluşturmaktadır. Ve ortada bu hedefe yönelik yoğun bir dezenformasyon çalışması vardır. Evrim karşıtı olduğunu iddia edenler savlarını bilimsel metodolojiyi kullanarak ortaya atıyormuş gibi göstermeye çalışsalar da, yaptıkları dezenformasyon ve vaazcılığın dışına çıkmamaktadır.    

"Bireyin yarattığı bireyin ifadesidir, aynen bireyin genlerinin bir ifadesi olduğu gibi." (Richard Dawkins)  

Yukarıda bahsettiğim bütün bu kabullenmeler ışığında, moleküler evrim ile ilgili edindiğimiz bilgileri yorumlayalım. Canlı DNAsının muazzam veri kapasitesi çok sayıda çeşitliliğe olanak tanımaktadır. Ve bu çeşitlilik çok farklı çevre koşullarında her daim yaşabilecek canlıların var olmasına olanak tanır. Fakat bu her zaman ortama uyumlu bireyler yaratmaz. Bunun sonucunda da doğal bir eleme mekanizması oluşur. “Kalbur üstü” canlılar o koşullarda mükemmel olarak algılanırlar. Bu “mükemmeliyet” algısı da bir tasarlayıcının olması gerektiği kanısına götürür. DNA molekülü her canlıda ortak olarak bulunan benzersiz bir yapıdır. Bu yapının organizasyonunun, davranış ve biçim bakımından birbirine yakın olan canlılarda benzer oluşu bize canlıların tek bir atadan kaynak alarak, çeşitlendiklerini düşündürür. Fakat canlıya ait tüm özelliklerin bu molekülden odaklanıp odaklanmadığı, özellikle insan açısından tartışılabilir. 

“Eğer hayatın anlamı genler ile yayılan bilgi ise, topluluklar ve kültür büyük hafıza depolarından başka bir şey değildirler.” (Ghost in the shell )