“Eğer Tanrılarımız ve umutlarımız
bilimsel fenomenlerden başka bir şey değillerse, o zaman aşkımızın da bilimsel
olduğu söylenmelidir. (Villiers de l'Isle-Adam - L’Eve Future) ”
Gelişen biyoteknoloji teknikleri
sayesinde el yordamıyla indiğimiz gen havuzunun derinliklerinde “türlerin
kökenini” ararken, beraberinde yeni sosyal olguları ve problemleri de
taşıyoruz. Son yıllarda kemikleşmeye başlayan evrim-yaratıcı “karşıtlığı”
tartışmaları ise sosyal açıdan çıkmaza itiliyor gibi gözükmekte. Bilimin
dinleştirilmeye, dinlerin de bilimselleştirilmeye çalışıldığı bu zeminde akıllı
tasarım ve evrim teorileri bu açmazın odak noktası olmuştur.
Akıllı tasarım teorisinde bir
yaratıcının varlığı bilimsel bir kabul olarak gösterilmeye çalışılmaktadır.
Fakat Amerikan Ulusal Bilim Akademisi,
türlerin ya da hayatın kökenini yaratımcılık ve akıllı tasarım gibi
doğaüstü kavramlarla açıklamaya çalışan teorileri, bilimsel yöntem ile test
edilemeyeceklerinden ötürü seküler olgular olarak kabul etmemektedir. Burada
üzerinde durulması gereken nokta, varlığımız ve çevremiz ile algılarımız ve
hislerimiz arasındaki net ayrımlardır. Algılarımızla elde ettiğimiz somut
veriler ile çevremize ve kendimize dair bir bilgi deposu oluşturmaktayız.
Edindiğimiz bu bilgi yığınını da zekamızı kullanarak bir sistematik içerisinde
kümeleştirip anlamlar yüklüyoruz. Bilim ise bu algılar yığınını çevreden
alırken, depolarken ve değerlendirirken geçen süreci tüm insanlık için ortak
bir sistematiğe oturtmaktadır. Bir
bardak suyun sıcaklığı hakkında duyularımız ile bilgi sahibi olabiliriz. Fakat
ortak bilimsel sistematikte o bardağın içerisine önceden belirlenmiş
standartlarla üretilmiş bir termometre daldırarak sayısal bir değer elde ederiz
ve bilimsel bilgiye o noktada ulaşmış oluruz. Verdiğimiz sayısal değer için de yine
standart birim kullanırız. Tüm bu yöntemler bütününün insanlığın kendi kurduğu
sistemler olduğu düşünülürse, her zaman değişebileceğini kabul etmek de işten değildir. Evren, atom fiziği ya da evrime
dair konularda açmazlara düşmemizin nedeni de bu metodolojinin ve algı sistematiğimizin
eksikliğinden kaynaklanıyor olabilir.
“ The inadequacies of human
awareness become the inadequacies of life's reality. ( Ghost In The Shell)
Evrenin başlangıcı olması gerektiği
duygusu, doğumumuzdan itibaren çevremizdeki her sürecin bir başlangıcı ve sonu
olduğunu algılamamızdan kaynaklanmaktadır ve somut verilerle ölçemediğimiz
hissiyat duyumuz, inançlarımızın temelini oluşturur. Fakat bu duyumuzla
edindiğimiz bilgiyi mevcut bilimsel metodolojiyle işleyemeyiz. O nedenledir ki
bilim ve din sıklıkla sanki birbirlerinin karşıt/alternatifi olan iki farklı olguymuş
gibi düşünülür ve tartışılır.
Akılı tasarım biyolojik
süreçleri açıklamaya çalışmaktan çok politik kaygılarla ileri sürülmüş bir
teoridir. Dinin, bireyin dışına taşıp bir gruba ait olduğu zaman kişisel
inancın dışına çıkıp, insan topluluklarına hükmetme aracı olarak kullanıldığı
durumlar tarihten beri tekrarlanmaktadır. Aynı şeklide bilim de dinleştirilmeye
çalışılarak aynı amaca alet edilmeye çalışılmaktadır. Burdan yola çıkarak Darwinizm
kelimesinin bu kalıp dahilinde dinleştirilmeye çalışıldığı görülebilir. Mevcut karmaşanın temelini bu
oluşturmaktadır. Ve ortada bu hedefe yönelik yoğun bir dezenformasyon çalışması
vardır. Evrim karşıtı olduğunu iddia edenler savlarını bilimsel metodolojiyi
kullanarak ortaya atıyormuş gibi göstermeye çalışsalar da, yaptıkları
dezenformasyon ve vaazcılığın dışına çıkmamaktadır.
"Bireyin yarattığı bireyin
ifadesidir, aynen bireyin genlerinin bir ifadesi olduğu gibi." (Richard
Dawkins)
Yukarıda bahsettiğim bütün bu
kabullenmeler ışığında, moleküler evrim ile ilgili edindiğimiz bilgileri yorumlayalım.
Canlı DNAsının muazzam veri kapasitesi çok sayıda çeşitliliğe olanak
tanımaktadır. Ve bu çeşitlilik çok farklı çevre koşullarında her daim
yaşabilecek canlıların var olmasına olanak tanır. Fakat bu her zaman ortama
uyumlu bireyler yaratmaz. Bunun sonucunda da doğal bir eleme mekanizması oluşur.
“Kalbur üstü” canlılar o koşullarda mükemmel olarak algılanırlar. Bu “mükemmeliyet”
algısı da bir tasarlayıcının olması gerektiği kanısına götürür. DNA molekülü
her canlıda ortak olarak bulunan benzersiz bir yapıdır. Bu yapının
organizasyonunun, davranış ve biçim bakımından birbirine yakın olan canlılarda
benzer oluşu bize canlıların tek bir atadan kaynak alarak, çeşitlendiklerini
düşündürür. Fakat canlıya ait tüm özelliklerin bu molekülden odaklanıp
odaklanmadığı, özellikle insan açısından tartışılabilir.
“Eğer hayatın anlamı genler ile
yayılan bilgi ise, topluluklar ve kültür büyük hafıza depolarından başka bir
şey değildirler.” (Ghost in the shell )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder