19 Kasım 2011 Cumartesi

Akıllı Tasarım ve Evrim


“Eğer Tanrılarımız ve umutlarımız bilimsel fenomenlerden başka bir şey değillerse, o zaman aşkımızın da bilimsel olduğu söylenmelidir.  (Villiers de l'Isle-Adam - L’Eve Future) ”


Gelişen biyoteknoloji teknikleri sayesinde el yordamıyla indiğimiz gen havuzunun derinliklerinde “türlerin kökenini” ararken, beraberinde yeni sosyal olguları ve problemleri de taşıyoruz. Son yıllarda kemikleşmeye başlayan evrim-yaratıcı “karşıtlığı” tartışmaları ise sosyal açıdan çıkmaza itiliyor gibi gözükmekte. Bilimin dinleştirilmeye, dinlerin de bilimselleştirilmeye çalışıldığı bu zeminde akıllı tasarım ve evrim teorileri bu açmazın odak noktası olmuştur.

Akıllı tasarım teorisinde bir yaratıcının varlığı bilimsel bir kabul olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Fakat Amerikan Ulusal Bilim Akademisi,  türlerin ya da hayatın kökenini yaratımcılık ve akıllı tasarım gibi doğaüstü kavramlarla açıklamaya çalışan teorileri, bilimsel yöntem ile test edilemeyeceklerinden ötürü seküler olgular olarak kabul etmemektedir. Burada üzerinde durulması gereken nokta, varlığımız ve çevremiz ile algılarımız ve hislerimiz arasındaki net ayrımlardır. Algılarımızla elde ettiğimiz somut veriler ile çevremize ve kendimize dair bir bilgi deposu oluşturmaktayız. Edindiğimiz bu bilgi yığınını da zekamızı kullanarak bir sistematik içerisinde kümeleştirip anlamlar yüklüyoruz. Bilim ise bu algılar yığınını çevreden alırken, depolarken ve değerlendirirken geçen süreci tüm insanlık için ortak bir sistematiğe oturtmaktadır.  Bir bardak suyun sıcaklığı hakkında duyularımız ile bilgi sahibi olabiliriz. Fakat ortak bilimsel sistematikte o bardağın içerisine önceden belirlenmiş standartlarla üretilmiş bir termometre daldırarak sayısal bir değer elde ederiz ve bilimsel bilgiye o noktada ulaşmış oluruz. Verdiğimiz sayısal değer için de yine standart birim kullanırız. Tüm bu yöntemler bütününün insanlığın kendi kurduğu sistemler olduğu düşünülürse, her zaman değişebileceğini kabul etmek de işten değildir. Evren, atom fiziği ya da evrime dair konularda açmazlara düşmemizin nedeni de bu metodolojinin ve algı sistematiğimizin eksikliğinden kaynaklanıyor olabilir. 

“ The inadequacies of human awareness become the inadequacies of life's reality. ( Ghost In The Shell)

Evrenin başlangıcı olması gerektiği duygusu, doğumumuzdan itibaren çevremizdeki her sürecin bir başlangıcı ve sonu olduğunu algılamamızdan kaynaklanmaktadır ve somut verilerle ölçemediğimiz hissiyat duyumuz, inançlarımızın temelini oluşturur. Fakat bu duyumuzla edindiğimiz bilgiyi mevcut bilimsel metodolojiyle işleyemeyiz. O nedenledir ki bilim ve din sıklıkla sanki birbirlerinin karşıt/alternatifi olan iki farklı olguymuş gibi düşünülür ve tartışılır.

Akılı tasarım biyolojik süreçleri açıklamaya çalışmaktan çok politik kaygılarla ileri sürülmüş bir teoridir. Dinin, bireyin dışına taşıp bir gruba ait olduğu zaman kişisel inancın dışına çıkıp, insan topluluklarına hükmetme aracı olarak kullanıldığı durumlar tarihten beri tekrarlanmaktadır. Aynı şeklide bilim de dinleştirilmeye çalışılarak aynı amaca alet edilmeye çalışılmaktadır. Burdan yola çıkarak Darwinizm kelimesinin bu kalıp dahilinde dinleştirilmeye çalışıldığı görülebilir.  Mevcut karmaşanın temelini bu oluşturmaktadır. Ve ortada bu hedefe yönelik yoğun bir dezenformasyon çalışması vardır. Evrim karşıtı olduğunu iddia edenler savlarını bilimsel metodolojiyi kullanarak ortaya atıyormuş gibi göstermeye çalışsalar da, yaptıkları dezenformasyon ve vaazcılığın dışına çıkmamaktadır.    

"Bireyin yarattığı bireyin ifadesidir, aynen bireyin genlerinin bir ifadesi olduğu gibi." (Richard Dawkins)  

Yukarıda bahsettiğim bütün bu kabullenmeler ışığında, moleküler evrim ile ilgili edindiğimiz bilgileri yorumlayalım. Canlı DNAsının muazzam veri kapasitesi çok sayıda çeşitliliğe olanak tanımaktadır. Ve bu çeşitlilik çok farklı çevre koşullarında her daim yaşabilecek canlıların var olmasına olanak tanır. Fakat bu her zaman ortama uyumlu bireyler yaratmaz. Bunun sonucunda da doğal bir eleme mekanizması oluşur. “Kalbur üstü” canlılar o koşullarda mükemmel olarak algılanırlar. Bu “mükemmeliyet” algısı da bir tasarlayıcının olması gerektiği kanısına götürür. DNA molekülü her canlıda ortak olarak bulunan benzersiz bir yapıdır. Bu yapının organizasyonunun, davranış ve biçim bakımından birbirine yakın olan canlılarda benzer oluşu bize canlıların tek bir atadan kaynak alarak, çeşitlendiklerini düşündürür. Fakat canlıya ait tüm özelliklerin bu molekülden odaklanıp odaklanmadığı, özellikle insan açısından tartışılabilir. 

“Eğer hayatın anlamı genler ile yayılan bilgi ise, topluluklar ve kültür büyük hafıza depolarından başka bir şey değildirler.” (Ghost in the shell )

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder