28 Kasım 2011 Pazartesi

Biyoteknoloji ve Sürdürülebilirlik

Yeryüzü güneşten aldığı enerji sayesinde, kendi içerisinde termodinamik ve kütle korunumu açısından bir denge halindedir. Bu dinamik denge, mikro ve makro ölçekteki madde döngüleriyle sağlanmaktadır. Ve yeryüzünde yaşayan canlıların bu denge üzerindeki etkisi çok büyüktür. Canlılar birbirinden tamamen bağımsızmış gibi görünen farklı madde döngülerini birbirlerine bağlarlar(karbon, azot döngüleri v.b.) ve bu sayede bir dinamik denge hali sağlanmış olur. Ancak insanoğlu, doğadaki bu döngülerden bağımsız işleyen sistemler kurmaktadırlar. Bu sistemler; şehirler, binalar, gemiler ve fabrikalar gibi iç işleyiş bakımından doğadan bağımsız ancak girdi ve çıktı bakımından tamamen doğaya bağımlı olan sistemlerdir. Bu sistemler doğanın ürettiğini alır, tüketir ve sistem içerisinde kullanamayacağı atığı doğaya geri bırakır. Bu atıklar doğa tarafından döngü içerisine tekrar dahil edilirler.


Son yüzyıldaki istatistiksel veriler göstermektedir ki doğa, bu sistemlerin açığa çıkardığı atıkları yeterli ölçüde karşılamamaya başlamıştır. Bu durumun en iyi göstergesi atmosferdeki karbondioksit düzeyleridir. Sanayi devriminden sonra atmosfer karbondioksit düzeyi üstel artışa geçmiştir. Ancak insanoğlu gelinen noktayı geriye döndürebilecek teknoloji ve bilgi birikimine sahiptir. Bunu yapabilmenin en güzel yolu ise kurulan sistemleri işleyiş bakımından doğal döngüye uyumlu hale getirmektir. Bu uyumluluk sürecinin bir parçası da bu sistemlerden çıkan atıkların doğal döngülerine en kısa sürede ve en zararsız biçimde geri katılımlarını sağlamaktır.


Örnek olarak zeytinden bahsedelim. Doğal koşullarda dalında yetişen bir zeytin tanesi zamanı geldiğinde toprağa düşer, meyvesi canlılar tarafından katabolize edilerek yeniden biyokütleye, enerjiye, o bitkinin yeniden fotosentezde kullanacağı karbondioksite ve suya dönüşür. Çekirdeği de uygun koşullar bulduğunda, yaşlanarak ölen ağaçların yerini alacak yeni bir birey meydana getirir. İnsanoğlu ise bu zeytinleri dalından toplayarak fabrikalara götürür, içinden yağını çıkarır, geriye kalan posayı ve suyu doğaya geri bırakır. Ancak bu kez durum dalından düşen zeytininkinden farklıdır. Meydana gelen atıklar toksik fenolik bileşikler bakımından daha konsantredir ve deşarj edildikleri çevrede bulunan bitkiler ve mikroorganizmalar yüksek hacimde ve yüksek derişimdeki fenolik içeriği olan atığı tolere edemeyerek ölürler.


Zeytinyağı üretimi sırasında açığa çıkan  sıvı atığın toksik özelliklerini düşürebilecek çok etkin fiziksel ve kimyasal yöntemler mevcuttur. Ancak bu yöntemler de yukarıda bahsedilen doğal döngülere uyumluluk ilkesinden uzaktırlar; çünkü bu teknikler de sonuç olarak atık üretirler. Sürdürülebilirlik kavramı tam bu noktada önem kazanmaktadır. Biyoteknolojik teknikler, sistemlerin sürdürülebilirliğinin sağlanması açısından oldukça elverişlidir. Sistemlerden çıkan artıkların tekrar sistem içerisinde geri kazanımının sağlanması, enerji kullanım etkinliği açısından önemlidir. Bu şekilde değerlendirilemeyen atıkların ise doğaya bırakılmadan önce kirletici yüklerinin ılımlı düzeylere indirilmesi gerekmektedir. Bu şekilde doğadaki madde döngülerine en kısa ve en zararsız şekilde katılmaları sağlanmış olur.  

Zeytinde olduğu gibi diğer ürünlerde de böyle durumlar mevcuttur. Özellikle, şarap,ekmek(un), yoğurt, peynir, maya, bitkisel yağlar gibi doğal ürünlerin üretildiği işletmelerin atıkları biyoteknolojik teknikler kullanılarak tekrar işletme içerisinde kullanılabilecek enerjiye dönüşebilir. Ayrıca bu atıklardan katma değeri olan, ilaç ve kozmetik sektörüne hammadde olacak ürünler üretilebilir. Mevcut üretimlerin bu sistemlere adaptasyonları için uzun süren ar-ge çalışmaları ve yüksek kurulum maliyetleri gerekebilir. Ancak bu sistemler verim ve işletim bakımından kimyasal üretimlerden daha avantajlıdırlar. Henüz çok yaygınlaşmasa da bu sistemlere entegre olmuş örnek işletmeler mevcuttur. Enerji, iklim değişimi ve atık yönetimi bakımından çıkmaza doğru sürüklenen “eski sanayi” önümüzdeki 20 sene içerisinde bu sistemlere büyük ölçüde entegre olmak durumundadır. Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nun 1987 yılı tanımına göre: "İnsanlık, gelecek kuşakların gereksinimlerine cevap verme yeteneğini tehlikeye atmadan, günlük ihtiyaçlarını temin ederek, kalkınmayı sürdürülebilir kılma yeteneğine sahiptir."

19 Kasım 2011 Cumartesi

Akıllı Tasarım ve Evrim


“Eğer Tanrılarımız ve umutlarımız bilimsel fenomenlerden başka bir şey değillerse, o zaman aşkımızın da bilimsel olduğu söylenmelidir.  (Villiers de l'Isle-Adam - L’Eve Future) ”


Gelişen biyoteknoloji teknikleri sayesinde el yordamıyla indiğimiz gen havuzunun derinliklerinde “türlerin kökenini” ararken, beraberinde yeni sosyal olguları ve problemleri de taşıyoruz. Son yıllarda kemikleşmeye başlayan evrim-yaratıcı “karşıtlığı” tartışmaları ise sosyal açıdan çıkmaza itiliyor gibi gözükmekte. Bilimin dinleştirilmeye, dinlerin de bilimselleştirilmeye çalışıldığı bu zeminde akıllı tasarım ve evrim teorileri bu açmazın odak noktası olmuştur.

Akıllı tasarım teorisinde bir yaratıcının varlığı bilimsel bir kabul olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Fakat Amerikan Ulusal Bilim Akademisi,  türlerin ya da hayatın kökenini yaratımcılık ve akıllı tasarım gibi doğaüstü kavramlarla açıklamaya çalışan teorileri, bilimsel yöntem ile test edilemeyeceklerinden ötürü seküler olgular olarak kabul etmemektedir. Burada üzerinde durulması gereken nokta, varlığımız ve çevremiz ile algılarımız ve hislerimiz arasındaki net ayrımlardır. Algılarımızla elde ettiğimiz somut veriler ile çevremize ve kendimize dair bir bilgi deposu oluşturmaktayız. Edindiğimiz bu bilgi yığınını da zekamızı kullanarak bir sistematik içerisinde kümeleştirip anlamlar yüklüyoruz. Bilim ise bu algılar yığınını çevreden alırken, depolarken ve değerlendirirken geçen süreci tüm insanlık için ortak bir sistematiğe oturtmaktadır.  Bir bardak suyun sıcaklığı hakkında duyularımız ile bilgi sahibi olabiliriz. Fakat ortak bilimsel sistematikte o bardağın içerisine önceden belirlenmiş standartlarla üretilmiş bir termometre daldırarak sayısal bir değer elde ederiz ve bilimsel bilgiye o noktada ulaşmış oluruz. Verdiğimiz sayısal değer için de yine standart birim kullanırız. Tüm bu yöntemler bütününün insanlığın kendi kurduğu sistemler olduğu düşünülürse, her zaman değişebileceğini kabul etmek de işten değildir. Evren, atom fiziği ya da evrime dair konularda açmazlara düşmemizin nedeni de bu metodolojinin ve algı sistematiğimizin eksikliğinden kaynaklanıyor olabilir. 

“ The inadequacies of human awareness become the inadequacies of life's reality. ( Ghost In The Shell)

Evrenin başlangıcı olması gerektiği duygusu, doğumumuzdan itibaren çevremizdeki her sürecin bir başlangıcı ve sonu olduğunu algılamamızdan kaynaklanmaktadır ve somut verilerle ölçemediğimiz hissiyat duyumuz, inançlarımızın temelini oluşturur. Fakat bu duyumuzla edindiğimiz bilgiyi mevcut bilimsel metodolojiyle işleyemeyiz. O nedenledir ki bilim ve din sıklıkla sanki birbirlerinin karşıt/alternatifi olan iki farklı olguymuş gibi düşünülür ve tartışılır.

Akılı tasarım biyolojik süreçleri açıklamaya çalışmaktan çok politik kaygılarla ileri sürülmüş bir teoridir. Dinin, bireyin dışına taşıp bir gruba ait olduğu zaman kişisel inancın dışına çıkıp, insan topluluklarına hükmetme aracı olarak kullanıldığı durumlar tarihten beri tekrarlanmaktadır. Aynı şeklide bilim de dinleştirilmeye çalışılarak aynı amaca alet edilmeye çalışılmaktadır. Burdan yola çıkarak Darwinizm kelimesinin bu kalıp dahilinde dinleştirilmeye çalışıldığı görülebilir.  Mevcut karmaşanın temelini bu oluşturmaktadır. Ve ortada bu hedefe yönelik yoğun bir dezenformasyon çalışması vardır. Evrim karşıtı olduğunu iddia edenler savlarını bilimsel metodolojiyi kullanarak ortaya atıyormuş gibi göstermeye çalışsalar da, yaptıkları dezenformasyon ve vaazcılığın dışına çıkmamaktadır.    

"Bireyin yarattığı bireyin ifadesidir, aynen bireyin genlerinin bir ifadesi olduğu gibi." (Richard Dawkins)  

Yukarıda bahsettiğim bütün bu kabullenmeler ışığında, moleküler evrim ile ilgili edindiğimiz bilgileri yorumlayalım. Canlı DNAsının muazzam veri kapasitesi çok sayıda çeşitliliğe olanak tanımaktadır. Ve bu çeşitlilik çok farklı çevre koşullarında her daim yaşabilecek canlıların var olmasına olanak tanır. Fakat bu her zaman ortama uyumlu bireyler yaratmaz. Bunun sonucunda da doğal bir eleme mekanizması oluşur. “Kalbur üstü” canlılar o koşullarda mükemmel olarak algılanırlar. Bu “mükemmeliyet” algısı da bir tasarlayıcının olması gerektiği kanısına götürür. DNA molekülü her canlıda ortak olarak bulunan benzersiz bir yapıdır. Bu yapının organizasyonunun, davranış ve biçim bakımından birbirine yakın olan canlılarda benzer oluşu bize canlıların tek bir atadan kaynak alarak, çeşitlendiklerini düşündürür. Fakat canlıya ait tüm özelliklerin bu molekülden odaklanıp odaklanmadığı, özellikle insan açısından tartışılabilir. 

“Eğer hayatın anlamı genler ile yayılan bilgi ise, topluluklar ve kültür büyük hafıza depolarından başka bir şey değildirler.” (Ghost in the shell )